eve dönüş (ya da hiçbir yerden tam gitmemek üzerine)

Ağustosun 6’sından 18’ine kadar evime, yani yuvama geri dönmüş bulundum. Dürüst olmam gerekiyor, gelmeden önce inanılmaz gergindim. Yedi aydır doğduğum ve büyüdüğüm, hayranı olduğum şehre ayak basmamış, çoğu sevdiğimi göz göze görmemiş, onlara dokunmamıştım. Bu süre boyunca onlarla hep iletişimde olsam bile, fiziksel yokluğumun aramızda büyük bir uçurum oluşturmasından çok korkuyordum. Hatta uçurumdan çok, bir obruk oluşturmasından; çünkü uçurumdan uçabilirdim, ama obruktan geri çıkabileceğimi pek sanmıyordum.

Çok şükür böyle bir durum yaşanmadı. Hiçbir şey tabii ki eskisi gibi değildi, bunun olmasını da istemezdim; sonuçta “eski” dediğim yer, içinde hiç kimsenin kalmadığı boş bir oda gibi hissettiriyordu. Daha ilginci, hiçbir şey değişmemiş gibiydi. Memlekete ayak bastığım andan itibaren, sanki son yedi ayda hiç ayrılmamışım gibi hissettim. Sıcak geldi, ısındım, güneşin yüzümü okşamasına izin verdim.

Buna vesile olan şey, normalde ne kadar çalışırsam çalışayım, memlekette kalan sevdiklerime vakit ayırmanın ne kadar önemli olduğunu fark etmemdi. Kendimi asla ama asla bir gurbetçi olarak görmedim ve görmeyeceğim; çünkü ben onlar gibi iki yere de ait hissetmeyen ve kendi arafında kendine yer yaratan biri değilim… ben iki yere de aitim. Viyana da benim şehrim, İstanbul da. Bundan sonra zamanımın büyük bir kısmının Viyana’da geçmesi demek, İstanbul’da geçirdiğim vakti boşa çıkarmayacak; aynı şekilde İstanbul’da geçirdiğim vakit de Viyana’dakini eksiltmeyecek.

Bu, benim “köprü” hissiyatımı besleyen bir olgu aslında. Hem Viyana’ya hem de İstanbul’a aitim. İkisi de beni olduğum gibi kabul ediyor. İkisinin de kendince bana karşı eksisi ve artısı var. O yüzden kendimi hiçbir yerde yabancı hissetmiyorum. Belki de özünde kendime yabancı hissetmediğim için olabilir.

Mesela, İstanbul’a geleceğim için çok fazla kıyafet almadım yanıma; “Sonuçta eve gidiyorum,” dedim kendi kendime. Viyana’ya dönerken de aynısı oldu, çünkü yine eve dönüyordum. Çünkü ben kendi kendimin eviyim zaten. Sevdiklerimden uzak olmak veya yakın olmak, evimin değerini azaltmıyor; çünkü onlarla birlikte inşa ettiğim bir yapı bu. Kolay kolay yıkılmayacak, çünkü temeli sağlam atıldı.

Kolektif bir varlık olarak ben, sevdiklerimle varım; ayrıca sevdiğim insanların parçalarından oluşan bir müzeyim de. Bu müzeyi, konargöçer bir şekilde gittiğim her yere götürüyorum. Aklımda sevdiklerimin olmadığı bir an bile yok. Fiziksel olarak yalnız kalmaktan da korkmuyorum çünkü önemli olan bu da değil. Sonuçta bu bağlar metafiziksel olarak varlar ve zamana veya mekâna bağlı değiller. Zaten zaman da mekân da var değil, yok da değil.

Bu şekilde “eve dönüş” tabiri biraz dogmatik kaçıyor; çünkü her zaman kendimle taşıdığım bir şeye dönemem zaten, o benimle birlikte var oluyor ve var olacak. Dünyam, evim, sevdiklerim ve ben, ben var oldukça var zaten. Minecraft’taki “sandbox” evrenler gibi. Oradaki evreni ben yaratmadığım sürece yok; ben olmadığım sürece onu deneyimleyen biri olup olmadığını da bilemem.

İçimde kalan bazı şeyleri halletmek için inanılmaz iyi bir fırsat verdi bana bu tatil, bunu söylemem gerekiyor. Hayat, genel olarak bu kadar zor olmak zorunda değil; zorlamak zorunda hiç değil. Bazen, sevdiklerinle geçirdiğin bir an, onların gözünde gördüğün bir ışık bile devam etme gücü veriyor insana. Ne kadar söylenirsek söylenelim, var olmak ve beden olarak bir olmak için devam etmek zorundayız. Benim, yalnız yaşamaya döndüğümde kafamda bu olacak sadece. Tabii ki buruk olacağım ama güç almış bir şekilde döneceğim yalnızlığıma.

Her şey olacağına varıyor. Biz de olacağımıza varacağız.

Önceki
Önceki

adsız 1

Sonraki
Sonraki

babasının kızı